Le Cordon Bleu – Mutfakta Bir Mükemmellik Hikayesi
Fransız Kraliyet Birliği’nin zaferlerini kutlamak için düzenledikleri şatafatlı ziyafetler, kaliteli yemek konusunda yüksek standartların ölçütü haline geldi ve 16. yüzyıldan itibaren « mavi kurdele » mutfaktaki mükemmeliyetin simgesi oldu.
“Le Cordon Bleu” (mavi kurdele) isminin mutfak sanatları
ile ilişkilendirilmesi ilk olarak 16. yüzyılda ortaya çıkmıştır. 1578 yılında, Fransız Kralı 3. Henri
tarafından kurulan Saint Esprit şövalyeleri, sembollerinde bulunan mavi kurdele
nedeniyle “Cordon Bleus” olarak isimledirildiler. İki yüzyıldan daha uzun süre ayakta
kalan bu şövalyelik kurumu zamanının en prestijli Fransız Kraliyet Birliği
olarak anıldı. Zaferlerini kutlamak için düzenledikleri şatafatlı ziyafetler,
kaliteli yemek konusunda yüksek standartların ölçütü haline geldi ve 16.
yüzyıldan itibaren « mavi kurdele » mutfaktaki mükemmeliyetin simgesi
oldu.
Bu
mükemmellik sembolü; Marthe Distel’in 10
Ocak 1895’te La Cuisiniere Cordon Bleu isimli haftalık bir dergi çıkarmaya
başlaması ile gastronomi dünyasında yeni bir anlam kazandı. Dergi Fransa’daki
ilk yemek dergisi idi ve büyük ilgi görmesi üzerine Marthé Distel ağırlıklı
olarak ev hanımlarının oluşturduğu takipçilerine profesyonel aşçılar tarafından
verilen yemek kursları açmak istedi. Böylelikle
15 Ekim 1895’tarihinde, Paris’te St Honoré sokağında Aşçılık okulu açıldı. Bu
okul, tarihe de kadınların katıldığı ilk porfesyonel aşçılık okulu olarak
geçti. Yemek derslerinde elektrikli ocak kullanılması da o dönemde daha önce
görülmemiş, dikkate değer bir teknolojik gelişme olarak kabul gördü.
Daha ilk
günden itibaren, Le Cordon Bleu’de dünyanın en itibarlı şeflerin eğitim verdi.
Dersler uzun süre döneminin en saygı duyulan şeflerinden biri olan Chef Charles
Driessens tarafından yönetildi. Eğitmenler arasında büyük usta Şef August Escoffier’nin kadim
dostu Şef Henri-Paul Pellaprat da vardı. Şef Pelleprat Le Cordon Bleu’de 32 yıl
eğitmenlik yaptı. Bu süre zarfında, günümüzde de yemek kitapları klasiklerinden
sayılan “L’Art Cullinaire – Mutfak
Sanatı” ve “La Cuisine Familiale et Pratique – Pratik Ev Yemekleri” kitaplarını
yazdı. Dönemin en özel reçete kolleksiyonunu oluşturarak binlerce dergi ile
okurlarını eğiten dergi hayatına 70 yıl devam etti. Le Cordon Bleu’nün de
uluslararası ünü hızla arttı ve yurtdışından da bir çok öğrenci programa
kaydolmaya başladı. Bu mezunlar da Le Cordon Bleu’nün dünya çapında gelişmesine
katkıda bulundular; 1933’de Şef
Henri-Paul Pellaprat’nın gözetiminde Le Cordon Bleu Paris’te eğitim alan
Rosemary Hume ve Dione Lucas, Londra’da L’Ecole du Petit Cordon Bleu isimli
okulu ve Au Petit Cordon Bleu isimli restoranı açtılar. Buradaki başarısından
sonra Dione Lucas, 1942’de New York’ta Le Cordon Bleu’yü açtı.
2. Dünya
Savaşı’nda, Alman Kuşatması sırasında
Paris’teki okul kapandı, savaş sonrası Elisabeth Brassard okulu devraldı ve
tekrar hayata geçirdi. Okul tekrar dünyanın dört bir tarafından gelen
öğrencilerle canlandı ve Mme Brassard ; Cordon Bleu’nün « Büyük
Hanımefendisi » (Grande Dame du Cordon Bleu) olarak anıldı.
1945’de ABD Ordusu, görev bitimlerinden sonra ABD askerlerinin Mme Brassard’ın
yönetimindeki Le Cordon Bleu’de eğitim
görmesine izin verdi. Bu haktan faydalanan eski ABD Subaylarından biri de Julia
Child’dı. Julia Child eğitimini tamamlayarak ülkesine döndükten sonra
televizyonda Fransız Mutfağı hakkında program yapmaya başladı. Julia Child
sayesinde Fransız mutfak sanatı, daha geniş kitlelerin ulaşabileceği bir şekil
aldı. Julia’nın popüler bir televizyon
şahsiyeti olması, Le Cordon Bleu’nün dünya çapındaki bilinirliği kazanmasını ve
dünya çapında Le Cordon Bleu isminin, mutfaktaki mükemmeliyetle özdeşleşmesini
sağladı.
1984 yılında, Remy Martin ve Cointreau ailelerininden
gelen André J. Cointreau, Elisabeth Drassard’dan Le Cordon Bleu’yü devralarak, şirket başkanı ve CEOsu olarak göreve başladı.
André Cointreau’nun vizyonunda Le Cordon Bleu’nün uluslararası
bir okul olması ve uluslararası çeşitlilik gösteren bir mezunlar ağı ile güçlü
bir geleceği olması hedefi vardı. Bu vizyon ile 1991’de Tokyo’yu açtı, bunu
1993’te Adelaide’daki okul takip etti. Bu sayede Le Cordon Bleu üç kıtaya
yayılmış oldu. 25 yıl içinde de Kore, Meksika, Peru, Tayland, Yeni Zelanda,
İspanya, Türkiye dahil olmak üzere eğitim ağını 20 ülkede, 30 dan fazla okulla
yaygınlaştırdı.
Le Cordon Bleu, İstanbul – Mükemmellik
Merkezi
Özyeğin Üniversitesi ve Le Cordon Bleu Temmuz 2012’de
bir işbirliği anlaşması imzaladı. Bu işbirliği çerçevesinde Özyeğin
Üniversitesi kampüsünde bulunan 3650m’lik, “Mükemmellik Merkezi’nde, üniversitenin
Gastronomi ve Mutfak Sanatları Lisans Programında, üniversite öğrencileri
eğitim gördükleri gibi ; üniversite öğrencisi olmasa da kariyerini
değiştirmek isteyen, sektörde olup hem teknik yetkinliklerini geliştirmek hem
de uluslararası kabul gören bir sertifika almak isteyen ya da gastronomi merakını derinleştirmek
isteyenler, eğitimleri almaya başladı.
Le Cordon Bleu Istanbul’da uluslarası müfredat takip
edilmekte ve eğitimler Fransız, Belçikalı, İsviçreli ve Türk şeflerden oluşan
uluslararası bir eğitmen şef ekibi tarafından verilmektedir. Eğitmen şeflerin sektörde
en az 15-20 yıl deneyim edinmiş ve ödüllü ya da yıldızlı hotel ve restoranlarda
çalışmış olmak zorunluluğu vardır. Ayrıca bu şefler Le Cordon Bleu’de eğitim
verebilmek için önce zorlu Şef testlerine tabi tutulurlar. Bu titiz eğitmen
kadrosunun Dünya genelinde edinmiş olduğu tecrübe ve donanımı ile Le Cordon
Bleu yalnız üstün mutfak tekniklerini vermekle kalmaz, öğrencilerinin aynı
zamanda gastronomi kültürünün gelişmesini de destekler.
Eğitimler “Pastacılık” ve “Mutfak” olmak
üzere iki disiplinde verilir Her disiplin temel, orta, üstün olmak üzere, 11
hafta süren 3 seviyeden oluşur.
Öğrenciler isterlerse bu 3 seviyeyi peşi sıra alabilirler, ya da
programlarına göre ara vererek devam edebilirler. Eğitim dili İngilizce olmakla
birlikte, gösterim dersleri Türkçe’ye de çevirilir. Öğrenciler hem İngilizce,
hem Fransızca terminolojiye de hâkim olurlar. Eğitimde ürün çeşitliliği ve
kalitesi esastır ve üstün seviyedeki öğrencilerimiz artık kendi reçetelerini
yazabilecek kadar malzemeye ve tekniklere hâkim olarak mezun olurlar. Elbette
her disiplini bitirdiklerinde aldıkları, dünyaca kabul gören Le Cordon Bleu sertifikaları
da, bu yetkinliklerinin garantisi niteliğindedir. Aynı zamanda öğrenciler
eğitimleri sırasında ithal ürünlerin yanısıra yerel ürünlerin de kullanımına
yakınlaşırlar, farklı ülkelerin reçeteleri yanı sıra Türk mutfağından da
örnekler deneyimlerler.
Her seviyeyi bitirdikten sonra sertifika alırlar, üç
seviyeyi de bitiren mutfak öğrencileri “ Diplome de Cuisine”; pastacılık
öğrenciler “Diplome de Patisserie”, 6 modülü de bitiren öğrenciler ise “Grand
Diplome” belgelerini alırlar.
Bu uzun dönem sertifika programlarının yanı sıra, zamanı daha kısıtlı olanlar için 10 haftalık haftasonu mutfak eğitimi, 10 günlük ekmekçilik programı ve günlük workshoplar da bulunmaktadır. Daha geniş bilgi için kurumun web-sayfasına linkten ulaşılabilinir.
Sokak lezzetleri gastronomi dünyasında bir değer olarak kabul ediliyor. Sokakta satılan ve adına SOKAK LEZZETLERİ denen yiyecekler, ülkeler ve kültürler arasında büyük farklılıklar gösteriyorlar ve bu lezzetler tüketicilerin sosyo-ekonomik durumuna ve yerel halkın yemek kültürüne göre değişiklikler gösteriyor.
Yüzlerce yıllık sokak lezzetleri tüm dünyada yeni bir ivme kazanmışken ülkemizin sokak lezzetlerini aşağılayan bir yaklaşımla KONSERVE TON yiyelim düşüncesi hangi sivri zekanındır onu bilmiyorum ama bu ülkede her şeyin mümkün olabileceğini biliyorum. Aslında sokak yemeklerinin eksik yönleri ya da abartıya kaçan sözüm ona Show adı altındaki şaklabanlıkları konusunda her aklı başında bir lezzet düşküne kadar benim de rahatsızlıklarım var. Ama reklam yapacağım diye böyle bir mukayese ve sonunda KONSERVE ürünü öne çıkarma çabası anlaşılabilir bir durum değil.
Tam da burada dikkat çekici bir durum var bu konuda ülkemizin Gastronomi sektöründen en çok beslenen kalemleri ortalıkta yok buradan iki sonuç çıkar ya bu düşünceyi doğru buluyorlar ya da ahbap çavuş ilişkisi. Kaldı ki ben bu reklama kadar KONSERVE TON ve diğer Dardanel ürünlerine çok ta uzak biri değilim. “Sokak lezzetleri turistlere, bölge kültürünün bir parçası olabilme imkânı sağladığı için turizmin çeşitlendirilmesinde ve geliştirilmesinde her geçen gün daha fazla ön plana çıkmakta ve önemi artmaktadır (Choi, Lee ve Ok, 2013; Ballı, 2016). Ülkemizin kültür dokusu, binlerce yıla dayanan birikimi, coğrafi konumu, mevsimsel özellikleri ile oldukça zengin sokak lezzetlerine sahiptir. Bu zenginliğin içinde bir yiyecek ve içecek gurubunun KONSERVE bir ürün ile mukayese ederek SOKAK lezzetlerini aşağılaması kabul edilemez.
TAVUK PİLAV, DÖNER EKMEK, KÖFTE EKMEK, BALIK EKMEK, KOKOREÇ, MİDYE DOLMA, KEBAP DÜRÜMLER, HALKA TATLISI, ŞAMBALİ TATLISI, LOKMA TATLISI gibi daha onlarca lezzeti sadece kötü örneklerden yola çıkarak aşağılamak kimsenin haddine değildir. İlgili firma bu reklamı ortaya çıkaranlardan hesabını sormalı kendisi de çıkıp bu lezzetleri ortaya çıkaran bu ülke insanlarından özür dilemelidir. Bizlere düşende DARDANEL ürünlerine karşı mesafe koymaktır. Hiçbir konuda toplumsal reaksiyon gösterememe alışkanlığından kurtulmalı yanlış yapıldığında bir karşılığı ve bedeli olacağı hatırlatılmalı. Çünkü sokak lezzetleri sadece ekonomik ve lezzetli bir karın doyurma hadisesi değil aynı zamanda ülkelerdeki yöresel yemek alışkanlıklarının sürdürülmesinde, kültürel ve sosyal mirasın korunmasında önemli bir rol taşımaktadır.
Aslında bu konuda Kültür ve Turizm Bakanlığının da bir yorumu olmalı ama elbette böyle bir lüks beklentimiz yoktur. Diğer taraftan Sayın Emine ERDOĞAN tarafından Türk Mutfak Kültürü adına bir kaynak çalışması yapıldığını biliyor ve takdirle yakından izliyoruz keşke hanımefendi Türk Mutfak Kültürünün en önemli varlıklarından SOKAK LEZZETLERİ ne yönelik bu aymazlık hakkında da bir yorum yapsa idi. Tamda burada aklıma Frida KAHLO tarafından söylenen muhteşem söz geldi. AKIL DURDU, KALP SOĞUDU. DİL DE SUSUNCA VAZGEÇTİM. – Ama ben vaz geçenlerden değilim yanlışlar üzerinden doğrular yargılanamaz diyorum ve bu düşünceye inanan herkesi duyarlı olmaya çağırıyorum.
O yıllarda özellikle zorlu kış aylarında kestane mutluluk
sebebimizdi. Bugün olduğu gibi her mevsim bulunmazdı yani aklı yeni yeten
çocuklar kestaneyi tezgahlarda gördüklerinde kış ayında olduklarını yılbaşına
günler kaldığını anlayabilirlerdi.
Kestane ve haşlanmış mısır yan yana satılmaya başladığından
beri çocukların mevsimi tezgahta bulunan ürünlere göre tahmin etmemelerini
diliyorum.(kızgın surat)
Kimi kebap olarak sever kimi şekerine bayılır. Bazıları
haşlamasını sever. Dondurmasının tutkunları vardır. Yılbaşı sofralarında
hindinin yoldaşıdır. Pastacılık malzemelerinde altın üründür. Doğal
antibiyotikli balı şifa kaynağıdır. Saç boyalarına rengini verir. Ağacından
yapılan kerestelerinin sağlamlığı ve suya dayanaklılığı dillere destandır. İtalyanlar
kestane ağacından fıçı yaparlar. Toskana bölgesinde bir süredir kestane bira
bile yapılıyor. Bitmedi, kestane kabuğundan da teknolojinin son noktası aktif karbon
yapılıyor.
Hepsi tamam ama kestane asla “sadece bir atıştırmalık “değildir!
Kestane ağacı, ekmek ağacı olarak da bilinir. Hem
bereketinden hem de unundan ekmek yapıldığı için.
Özellikle çocuklardaki laktoz alerjisine karşı kestane
unundan faydalanılıyor. Gluten içermediğinden Çölyak hastalarının temel gıda
maddesi konumunda.
Doğal şartlar altında yetişiyor, suni gübre yok, tarımsal
ilaç yok kelimenin tam anlamıyla “organik”; çünkü kendi kendini besliyor, düşen
yapraklarıyla kendi gübresini yapıyor.
Zaten bu kadar kıymetli olmasa Kızılderililer ilaç yapımında
kullanmazdı diye düşünüyor insan. Antik çağ hekimleri dizanteri ve köpek
ısırmalarına karşı hastalarına ilaç olarak kestaneyi önerdiği de kaynaklarda
mevcut.
Geçtiğimiz aylarda üniversitelerimizden birinde kestane
ağacının antioksidan kaynağı olan kurutulmuş çiçeklerinden çay üretilmeye
başlandı. Bir başka üniversitemizde ise kestane özlü kozmetik ürünleri üretmek
üzere çalışmalara başlandı.
Büyük yanılgılardan biri de memleketimizde kestanenin
Bursa’da yetiştirildiğinin sanılması oysa Aydın yetiştirdiği kestaneyi Bursa’ya
yolluyor. Fakat ne kadar güzel işleyip kestane şekeri yapıyorlarsa kestanenin
başkenti olarak anılıyorlar. 80’li yıllarda Bursa’ya gidene heyecanla sipariş
verilirken şimdi her yerde ulaşılabiliyor.
Kestanenin ilk kez Lidya uygarlığında çıktığı bu yüzden
Lidya elması adını aldığı söyleniyor. Sonrasında bütün uygarlıklarda özel bir
ürün olarak yerini hep koruyor.
Tezgahlarda pahalı bulduğumuz kestane, 15-20 metrelik ağaçlarda upuzun sırıklarla yere düşürerek toplanıyor. Hiç kolay değil o kadar uzun ağaçlarda uzun sırıklarla çalışmak bu yüzden tecrübeli sırıkçılar çalışıyor. Tek bir ağaçtaki hasat uzun saatler alıyor. Dikenleri yüzünden mutlaka eldivenle toplanması gerekiyor (deniz kestanesine isim annesi olmasının nedeni bu dikenler). Toplanan dikenli kestaneler “hayat” adı verilen bir yerde gömülüp üzerleri dallar ve eğrelti otlarıyla örtülüyor. Dikenli kabukları çatlayana kadar burada tokaç adı verilen bir aletle kabuklarından ayrıldıktan sonra ise açık bir alanda 2 ay kurutuluyor. Sonrasında boyutlarına göre tasnif ediliyor. Bir yıl sürüyor kestanenin dalından ürün olarak bize ulaşması bu süreye uzun diyoruz ama Anadolu’da en yaşlı kestane ağacı 1000 yaşını geçeli 15 yıl oluyor. İçinde bulunduğumuz her şey doğaya ait.